Her şey, O'nun tahttan indirilmesi ile başladı
Cennetmekan Sultan Abdülhamid Han, tahttan indirilişinin yıldönümünde bir defa daha hayırla yad ediliyor.
Osmanlı'nın emaneti olan topraklarda ortaya çıkan tüm çözümsüzlüklerin Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesi ile başladığı gerçeği tüm açıklığı ile ortaya çıktı. Sultan'ı tahttan indirmek için Saray'a giden 4 kişilik ekipte sadece Ermeni, Yahudi, Arnavut ve melezlerin yer alması da her şeyi gözler önüne seren bir bilgi olarak hafızalarda yer alıyor.
SULTAN İSLAM DÜŞMANLARINI TELAŞLANDIRDI
Abdülhamid Han'ın akıllı ve tedbirli siyaseti ile bütün İslam alemini kendisine bağladığını gören Batılılar, Osmanlı Devleti'nin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için Abdülhamid Han'ı tahttan indirmenin şart olduğunu anlamışlardı. İngilizler ve Siyonistler, bir taraftan Padişah aleyhine faaliyette bulunan İttihad ve Terakki Cemiyeti'ni desteklerken, diğer taraftan Arabistan Yarımadası'nda bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu'da Ermenileri Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırttılar. Bu arada Sultan Abdülhamid, Ermenilerin Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriştiği isyanları anında bastırdı.
SİYONİSTLERİHUZURUNDAN KOVDU
Cennetmekan Sultan, memlekette çok büyük imar ve eğitim faaliyetleri başlatarak, çoğu şahsi parasından karşılanan cami, mescit, mektep, medrese, hastane, çeşme, köprü ve imarethane yaptırdı. Yunanlıların Girit'te isyan çıkartarak Türkleri katletmeye başlamaları üzerine Yunanistan'a savaş ilan etti. Bu savaş sonucunda Osmanlı Ordusu Atina'ya dayandı. Filistin ve civarı için gelen Yahudilerin, “Osmanlı'nın borcunun tamamını biz ödeyelim.
Sen de bize Filistin'de toprak ver” teklifini ise Abdülhamid Han, “Bu topraklar kanla alındı. Kanla verilir” deyip reddetti. Sultan, Siyonist heyetin başındaki Teodor Herzl'i huzurundan kovdu ve Filistin'i hususi vakıf yaptı.
Herzl; “Bu adam Osmanlı'nın başında olduğu müddetçe bizim İsrail'i kurmamız imkansızdır” dedi. İttihatçılar ise Abdülhamid Han'ın Filistin vakfiyesini bozarak bugünkü Ortadoğu sorununu hazırladılar.
İSLAM HALİFESİNİ YAHUDİ VE ERMENİLER TAHTTAN İNDİRDİ
Dönemin iki güçlü devleti Almanya ve İngiltere'nin kurdurduğu İttihat ve Terakki Fırkası'nın ilk hedefi Abdülhamid Han'ı tahtından indirmekti. Bu amaçla 31 Mart Vakası'nı ortaya çıkarttılar. Olayların bastırılmadığını iddia eden Selanik'teki Hareket Ordusu İstanbul'a doğru yola çıktı.
Hareket Ordusu mensupları, Abdülhamid Han'a bağlı bulunan Hassa Ordusu'nun kendilerini yok edebilecek güçte olduğunu bildikleri için Padişah'ı korumak istediklerini söyleyerek İstanbul'u işgal ettiler. Gerçek niyetlerinin anlaşılması nedeniyle Hassa Ordusu mensupları ile bir çatışma çıkmak üzereyken araya Abdülhamid Han girdi ve “Ben Halife-i İslam'ım. Müslüman'ı Müslüman'a kırdırmam. Asker zinhar kurşun atmasın! Eğer kurşun atacaklarsa ilk önce beni vursunlar, sonra kurşun atmaya başlasınlar” dedi. Sultan'ın büyüklüğü sonucunda Hareket Ordusu hiçbir direnişle karşılaşmadan Yıldız Sarayı'na geldi. Meclis-i Mebusan'dan tek karar çıkartarak Abdulhamit Han'ı tahttan indirttiler. Kararı Padişah'a tebliğ için oluşturulan heyet ise olayın en yüz kızartıcı hadiselerinden biri oldu.
Heyette; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padişah'ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan melez Arif Hikmet Paşa vardı.
Padişah, gelenlerin kimler olduğunu öğrenince; “Bir İslam halifesine hal kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?” demekten kendini alamadı.
O GİTTİ VE HERŞEY BAŞLADI
Necip Fazıl Kısakürek'in “Abdülhamid Han'ı anlamak her şeyi anlamaktır” şeklinde özetlediği Cennetmekan Sultan'ın önemi, onun tahttan indirilmesinden bugüne kadar geçen süreçte daha iyi anlaşıldı.
Ondan sonra Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar tam anlamıyla karmaşaya sürüklendi. Kan hiç durmadı, hiçbir sorun çözülemedi. Abdülhamid Han'a karşı muhalefet edenler dahi daha sonra onu aradılar. Filistin ve Kudüs meselesi başta olmak üzere bugün tartışmaların bitmediği birçok bölgede çözüme yönelik adımlar en son Abdülhamid Han döneminde atılmıştı
.
08.11.2008 00:00
Zincirleri Kırmalıyız… / Mehmet PAMAK
Köpekler serbest bırakıldı, bağlanıp da taşlar
Büyük zulümle koparıldı, nice mâsum başlar
Seküler zincire vuruldu, Kur'an ve Müslüman
Tehdit ve düşman ilan edildi, tevhidi iman
Kur'an; camide mahkum, Diyanet; sanki gardiyan
Aydınlığı karanlık kuşattı, toplumu tuğyan
Allah'la aldatıldı halk, şirke bulaştı iman
Yaygınlaştı dinde tahrifat, ruhlarda isyan
İslâmi hayat; eğitim, hicap, cemaat yasak
Okul; tek tip cahiller üreten seküler tuzak
Öğretmen; seküler rahip, okul; sanki tapınak
Çocuk zihinler işgal edildi, korkutularak
Kutsala karşı üretildi, seküler kutsallar
Tarih diye yutturuldu, uydurulmuş masallar
Kemalizm din sayılarak, devlet ilah yapıldı
Devlete ve kurucusuna törenlerle tapıldı
Fıtrat kirlendi, insan kuşatıldı resmi dinle
Uyanıp sorgulamasın diye, özgür zihinle
Okullar kışla gibiydi, faşizm kol geziyordu
İtiraz edeni, hiç acımadan eziyordu
Rahat- hazırol komutuyla başlatıldı eğitim
Resmi tören ve din kıskacında tek tip öğütüm
Bu dine tâbi, hatta İmam Hatip, İlâhiyât
Seküler projeyle yapıldı, dinde tahrifat
Müslüman halkı yozlaştırdı, bu seküler kültür
Laik devletçe yasaklanıp, horlandı tesettür
Keyfilik, baskı, yasak ülkemize hâkim oldu
Hak, adalet rafa kalktı, zorbalık kâim oldu
Hukuk yok edilip, adalet alındı askıya
Yargı alet oldu, bu ideolojik baskıya
Yargı, sistemin elinde sanki bir kırbaç oldu
Halklar zulme uğradı, adalete muhtaç oldu
Her farklılık, aykırılık, hemen tehdit sayıldı
İslam'a ve Kürtlüğe, düşmanca saldırıldı
İdeolojik tornadan geçti, yeni nesiller
Genç zihinleri kirletti, kör taklitçi sefiller
Ruhlar esir oldu, düşünce atıldı zindana
Temel haklar yok sayılıp, zulmedildi insana
Kemalist dogma konunca, Hakka iman yerine
Kara bulutlar abandı, ülkemiz üzerine
Legal devlet yetmedi, halkı hizaya sokmaya
Darbeci çeteler vardı, kargaşa çıkarmaya
Çete, alkol, uyuşturucu, ilk mektebe indi
Ekin, nesil fesada uğradı, insan tükendi
Tefessüh etti sistem, seksen yılda çürüdü
Yolsuzluk, yoksulluk, kokuşmuşluk, aldı yürüdü
Böylece öğütüldü şahsiyet, bozuldu fıtrat
Niteliksiz topluma yol açtı, büyük tahribat
Sonuç; kimlik bunalımı ve fikir sarhoşluğu
Heva, zan ve misyoner doldurdu, doğan boşluğu
Serbest okunsa Kur'an, özgürce anlatılsa Hak
Hiç bu fesada kanar mı, Müslüman olan bir halk?
Kur'an kurtulsa, Diyanet denetimli zindandan
Tevhid topluma inse, minaredeki ezandan
İslam doğru anlatılsa, câmi durmasa âtıl
Hak kâim olsa, şüphesiz zail olacak bâtıl
Müslüman! Zilletten kurtul, onurunu çiğnetme
Zulmetme, zulmettirme, direnişi hiç terk etme
Bil ki, hakları bedelsiz vermez, zulmeden alçak
Özgürlük armağan edilmez, fethedilir ancak
Kalk! İtiraz et, hesap sor; hakkını al zalimden
Yoksa güç alıp, beslenir; suskun, zelil halinden
Hakk'a vurulmuş zinciri, mutlaka kırmalıyız
Baskı ve yasağa rağmen, Hakk'ı haykırmalıyız
Nursel TOZKOPARAN'ın röportajı 11.09.2009.CUMA. HABERVAKTİM.
Doç.Dr. Mustafa Karataş… Onu Kanal 7 ekranlarından tanıyorsunuz. Kendini kimseden üstün görmiyecek kadar alçakgönüllü ama bir o kadar vakarlı,ciddi,sadece işiyle ilgilenen,asla polemiklere fırsat vermeyen,bildiği doğruları söylemekten çekinmeyen ve söylediklerinin arkasında duran örnek bir insan.
Karataş’ın programının yapımcısı olarak yaklaşık 5 yıldır beraber çalışıyoruz. Bu 5 yıllık serüven kendisini daha yakından tanıma fırsatını verdi bana. Çoğu zaman ekran arkasında muhabbetlerimiz oldu. Bu muhabbetler esnasında, ekranda gelen sorular yetmiyormuş gibi, bir de benim bitip tükenmez sorularıma muhatap kaldı.
Bu yıl öyle medyada Ramazan ayına yönelik olumsuz haberler çıkmadı. Ekran tarihinin de öyle dini programlar konusunda pek de müspet bir geçmişi yok dense yeridir. Hatırlayacaksınız tek kanallı TRT döneminde “İnanç Dünyası” isimli bir programı vardı.
Özel kanalların açılıp ekranların renklenmesi arasında dini programlar yer almadığı gibi Ramazan ayı geldiği zamanda, ekranların renkliliği arasında ramazan, dindar insanlar kara renk olarak yer aldı.
Özellikle bu yıl neredeyse ekranlarda hocalar geçiti var. Beğenirsiniz ya da beğenmesiniz. Her kanaldan farklı fetva sesleri yükselmekte. İmam Hatip kökenli birisi olmama rağmen zaman zaman kafamın karıştığını hisseder hale geldim. Anlamakta zorlanır duruma…
Geçen hafta Karataş’la birlikte yaptığımız iftarda zihnimi meşgul eden sorularıma oldukça ilginç cevaplar alınca… Benim gibi kafası karışanlar adına bu röportaj farz oldu diyerek açtım teyibimi…
Mustafa Karataş Hoca özellikle içinde bulunduğumuz Ramazan ayıyla ilgili gündemi sarsıcı açıklamalarda bulundu. Dünya üzerindeki Müslüamanların neden aynı gün oruca başlamaması konusuna açıklık getiren Karataş'a göre Türkiye'de imsak vakti yanlış hesaplanıyor ve 30 dakikada önceden oruca başlanıyor...
Oldukça istifade edeceğiniz bir röportaj oldu benden söylemesi…
BİLGİ SARFEDİLDİĞİ ZAMAN, HALKA YÖNELTİLDİĞİ ZAMAN FAYDALI OLUR
- İzleyicileriniz sohbetlerinizden sizi yakından tanıyor. Ancak sizin geçmişinize yönelik çok az bilgileri var sanıyorum. Öncelikle sizi tanıyarak sohbetimize başlayalım.
- 1961 Sivas Gürün’de doğdum. Yaklaşık 5 yaşında iken Karabük’e göç ettik. İlk ve ortaokul tahsilimi Karabük’te yaptım. Ortaokuldan sonra imam hatip lisesine gittim. Aslında ilkokuldan sonra gitmek istiyordum ama geçtiğimiz dönemde olduğu gibi o dönemde de imam hatip okullarının ortaokul kısmı kapatılmıştı. O zamanlarda kararımı vermiştim, müftü olacaktım. 1980’ de İstanbul’ a geldim. 1984’ de İlahiyat fakültesinden mezun oldum. Daha sonra Hadis alanında yüksek lisans ve doktoramı tamamladım. O gün bugündür daha çok alanımla ilgili okumaya, yazmaya ve araştırmalarıma devam ediyorum.
- İdealiniz müftü olmaktı. Ne oldu?
- İlahiyat bittikten sonra aslında müftülükten yanaydım ama yüksek lisans yapmak ve İstanbul’da meşhur hocalardan özel ders almak için İstanbul da kaldım.Tabi İstanbul’dan ayrılmamanın getirdiği zorluklar da oldu. Fakülteden sonra 5 yıl daha özel hocalardan yüksek lisansımı ve doktoramı yaparken özel okudum.
Klasik ilimler dediğimiz ilimlerden de hemen okunabilecek birçok kitabı bitirmiş oldum. Pek çok hocadan özel dersler aldım. Hepsine buradan saygılarımı gönderiyorum. Dolayısıyla çift taraflı eğitim alma imkânım oldu. ilim öyle bir şey ki kendinizi ilme verdikçe ilim de kabulleniyor sizi, bırakmıyor.
Bir de Nurettin Itır hocam var onu da burada anmak isterim. Kendisi Şam’ da Hadis hocasıdır. Dünyada sayılı hadisçilerden biridir. Onun bana bir tavsiyesi vardı araştırma da yapıyor olsan bir kitabı baştan sona bitirmeden bırakma diye. Araştırma konularımda bile çoğu kitabın belki gereksiz gibiydi ama baştan sona okuyarak araştırmamı yaptım.
Tabi bilgi sarf edildiği zaman, halka yöneltildiği zaman tekrar dönüşümü olduğunda faydalı olur.1985 yılından yaklaşık 2000 yılına kadar istinasız 15 sene haftalık sohbetlerimi hiç aksatmadım. Mutlaka her Cuma gecesi esnaftan veya talebelerden oluşan gruplara sohbetim ve hadis derslerim olurdu.
Bütün bunlar tabi sizin yetişmenize halkın içindeki problemlere değinmenize, bunları fark etmenize sebep oluyor. Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev aldım. 1988 yılından 2000 yılına kadar Fatih’te imamlık yaptım. 4 yıl boyunca Fatih Camii'nde Salı günleri öğle namazından önce vaaz ettim. Üniversiteye geçinceye kadar, hatta üniversiteye geçtikten sonra bir iki yıl daha devam ettim.
- Daha sonra ne yaptınız?
- 2000 yılında yardımcı doçent olarak İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesine geçtim. Yaklaşık yedi yıl yardımcı doçent olarak hizmet ettim. İngilizce dil sınavı yüzünden maalesef en az beş yıl doçentliğimin geciktiğini düşünüyorum. Şu anda üniversitede hadis hocası olarak, devam ediyorum. Doçentliğimi alalı iki yıl oldu. İlmi çalışmalarımız devam ediyor.
AYETİ KERİME DE KAMER/AY GEÇMİYOR. RAMAZAN GEÇİYOR. RAMAZANI GÖKTE ARAMAYA GEREK YOK
- Bu sene Müslüman ülkelerde oruca aynı günde başlanmadı. Mekke ve Medine’deki Müslümanlar oruca Türkiyeden bir gün sonra başladılar. Bunun nedeni nedir?
- Bunun iki sebebi var. 1- Konuyla ilgili bizim nas dediğimiz ayet ve hadislerin yorumlanmasındaki farklı görüşler. 2- Siyasi sebepler. Ayrılık noktası buradan kaynaklanıyor.
- Farklı yorumlanan ayet ve hadisler hangileri?
- Bakara suresi 185. Ayeti kerimede Allah Teala ramazan ve oruçla ilgili şöyle buyuruyor. “Ramazan ayı öyle bir aydır ki insanlara hidayet rehberi olan ve hidayetin yollarını açıklayıcı ve bunları ayırt edici rehber olan Kur’an indirilmiştir. Sizden her kim bu ramazan ayına erişirse (fe men şehide minküm eş-şehra) oruç tutsun.”
Buradaki ‘şehr’ kelimesi Recep, Şaban, Ramazan dediğimizde kastedilen bir ay yani otuz günü içine alan zaman dilimini ifade ediyor. Arapçada gökte gördüğümüz aya ‘kamer’ deniyor. Ama yılın 12 ayı var dediğimizde şehr kelimesi buradaki ayı ifade ediyor. Burada Rabbimiz öyle bir kelime inzal etmiş ki ‘şehide eş-şehra’ diyor. ‘eş-şehra’ elif lamlı geliyor yani bu ay, şehr-i ramazan dediğimiz ramazan ayını görürse diyor, gökteki kameri görürse değil.
Ramazan ayını biz nasıl görebiliriz ki, ocak, şubatı biz görebiliyor muyuz? Ancak erişirsek, idrak edersek o ayın içine girersek biz ona kavuşmuş oluyoruz. Dolayısıyla o aya kavuşursa, erişirse demektir. Bundan da gökteki hilali görmek anlaşılmaz, hilali görmek o aya erdiğini anlamak için bir vesiledir.
- Diğer müslüman ülkeler kamere göre yani gökteki aya göre mi ayarlıyorlar?
- Peygamberimizin hadisi şerifinde şöyle diyor “Onu gördüğünüz zaman yani hilali gördüğünüz zaman oruç tutun diğer ayın hilalini gördüğünüz zaman bayram yapın. Ay 29 ya da 30 çeker diyor 29 unda gözetleyin hava bulutluysa otuza tamamlayın. hava açık ise görürseniz oruca başlayın göremezseniz (kolaylık var) 30 a tamamlayın.
“Ramazanın sonunda yine gözetleyin, 29'unda görürseniz bayram yapın göremezseniz 30 tutup bayram yapın” Bu konuda benzer hadisler var. Bu hadislerden dolayı tefsirler ayete ilave yapıyorlar. Kur’an da yok. Tefsirde şehide minkum hilal ‘eş şehri’ diyor. Yani ramazan ayının hilalini görürse diye tefsir yapmak zorunda kabul ediyor kendisini. Şimdi oradaki hilal ve gökteki ayı peygamberimiz neden gözetlemek gerektiğini de şöyle söylüyor.
“Biz ümmi bir topluluğuz yazı yazmıyoruz hesap yapmıyoruz; ay 29’dur veya 30’dur parmaklarıyla gösteriyor. Bir seferinde 10 parmağını üçü defa gösteriyor. 30 günü işaret ediyor. Diğer seferinde 10 parmağını üç defa gösterirken üçüncüsünde parmağının birini kapatıyor.Yani 29 yapıyor. Kameri aylar ya 29 ya da 30 çeker. Onu gördüğünüz zaman oruç tutun” diyor ve kolaylaştırıyor işi.
Ayeti kerimede Kamer/ay geçmiyor. Orada ramazan geçiyor. Ramazan ise otuz güne verilen bir isim, onu bizim gökte aramamızın bir anlamı yok. fakat bu hadisten dolayı o zamanda gözetlemek zorunda kalan insanlar buraya bir hilal ilavesi yapıyorlar. “hilal eş-şehri ramazan” oluyor dolayısıyla bir kısım alim bu tefsiri de esas alarak gökteki ayın gözetlenmesi gerektiğini ayete de bağlıyor. Aslında ayette açıkça öyle bir ifade yok.
“BİZ ÜMMİ BİR TOPLULUĞUZ,HESAP YAPMAYI,YAZI YAZMAYI BİLMEYİZ”
- Kimin tefsirlerinde var?
- Birçok tefsirde var ama buna katılmayanlar da vardır. Bu konuyla ilgili “Hadisleri Yeniden Anlamak” isimli makalemde daha geniş bilgi var. İnternet sitemden bakılabilir. Aslında olaya diğer ayetlerle baktığımız zaman, hadisi daha yakından incelediğimiz zaman burada gözetlemenin değil, hesabın daha doğru olduğunun bize önerildiği ortaya çıkıyor.
Örneğin, Rahman suresinde Rabbimiz “güneş ve ay bir hesap üzeredir” Yasin suresinde ise, güneş ve ay yörüngelerinde süzülüp gezdiği ne güneşin ayı ne ayın güneşi geçebileceği ne gecenin gündüzü ne gündüzün geceyi geçebileceği, birbirini takip ettikleri beyan ediliyor. Ve biz bugüne geldiğimizde hesapla bin yıl öncesinin ve bin yıl sonrasının ay ve güneş tutulmalarını, nasıl hareket ettiklerinin verilerini alabiliyoruz. Bu bilgi elimizde mevcut artık. Hz. Peygamber döneminde Hicaz bölgesinde gözle görülebilen güneş ve ay tutulmalarının sayısını dahi bilebiliyoruz.
Bunlar elimizdeki hadislerle de aynen örtüşüyor. İslam âlimlerinden de mesela şafi âlimlerinden İmam Sübki çok eskilerden artık astronominin gelişmeye başladığını ileri sürerek, Oruca başlamanın gözle değil bu işin hesapla yapılması gerektiğini o zaman iddia ediyor. Hicri 5. asırdan itibaren İslam âlimleri arasında bu işin artık hesapla yapılması gerektiğini söyleyenler çıkıyor. Düşünün aradan bin sene geçmiş biz hala aynı tartışmayı yapıyoruz.
Hz. Peygamberin ‘Biz ümmi bir topluluğuz, hesap yapmayı, yazı yazmayı bilmeyiz. O halde hilali görünce oruç tutunuz hadisi de esasen bizim görüşümüzü destekliyor. Zira bugün Ümmeti Muhammed ümmi değil, hesap yapıyor, yazı yazıyoruz.
ALLAH TEALA GÜNEŞ VE AY HESAP ÜZEREDİR DİYOR
- O zaman doğruyu biz(TÜRKİYE) yaptık diyebilir miyiz?
- Biz hesapla yapıyoruz, hatta hesap artı rü’yet ile yapıyoruz. Hesapla yaptığımızda güneş ay ve dünya içtima yaptığı zaman (aynı hizaya geldikleri zaman) eski bir ay bitiyor yeni bir ay giriyor demektir. Bu içtima anı yeni bir ayın başlangıcıdır. Ancak gözle görülebilir bir hale gelmesi için bu ayın güneşin hizasından kurtulması gerekiyor. İçtimadan çıktıktan sonra sanıyorum yaklaşık 6 ile 8 saatlik bir zamanın geçmesi gerekiyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı o zamanı da ilave ederek dünyanın herhangi bir yerinde görülebilecek duruma gelmişse ayın görüldüğünü kabul ediyor yeni bir ay başlangıcı olarak ilan ediliyor. Örneğin bu sene Amerika’da bu şartlar içerisinde 22.16 gibi hilalin gözle görülebilecek seviyeye geleceği ve Amerika’dan görüleceği tespit edildiğinde 20 Ağustos görüldü diye, Cuma günü oruçlu olduk. Ama Suudi Arabistan gibi ülkeler biz bunu akşamdan görmedik diye oruca niyetlenmediler. Ama bundan önceki yıllarda şunu gördük.
Eski ay hala sabah gökyüzünde görüldüğü halde akşam hilal görüldü diye yeni ay görüldü diye ertesi gün oruç tutuldu. Türkiye’nin iki gün sonra, İran’ın bir gün sonra, Mısırın bir gün önce, Arabistan’ın iki gün önce oruç tuttuklarını da gördük. Bu kadar farklılığın olması çok zor. Ancak bir yanılma söz konusu, hesabın yanılması neredeyse imkansız gibi. Sizin hesaba yaklaşımınız sizi yanıltabilir ama hesap kolay kolay yanılmaz. Allah Teala Güneş ve ay hesap üzeredir diyor, kanun koymuş. Mesela İstanbul’ da güneş 31 ağustos 2009 günü, 6.23 de doğdu. on bin sene sonra da yeryüzünde ve kâinatta bir değişiklik olmaz, bu sistem devam ederse İstanbul’da 31 ağustosta güneş 6.23’ de doğacaktır.
Hiç değişmez Rabbim böyle mükemmel yaratmış. Dolayısıyla bu kadar sistemli bir hesabın içerisinde siz hesabı göz ardı edemezsiniz. Artık hesap daha kolay, gözetlemek daha zor hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye ve Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda doğru yapıyor. 1978 de o dönemin Diyanet işleri başkanı Tayyar Altıkulaç ramazanın ve bayramın birlikte yapılması için İslam ülkelerini topladı. Zannedersem iki yıl falan devam etti sonradan yine herkes bir kenara çekildi. Biraz işin içerisinde siyaset var veya İslam ülkelerinin lideri benim, benim kararım geçerli gibi bir çekişme var. Diyanet İşleri Başkanlığını savunmak için bunları söylemiyoruz. Yanlışlarına da dikkat çekiyoruz.
- Bazı takvimlerin namaz vakitleri Diyanet'in takviminden neden farklı? Mezhep, tarikat farklılığından dolayı mı?
- Hayır. İkindi namazındaki farklılığı anlarız. O eski kitaplarımızda mezheplerde de o farklılık var. Asr-ı evvel, Asr-ı sani, ihtilafı ikindi namazında var, ikindi namazında bir farklılık doğaldır. Ama akşam namazı vaktiyle imsak vakti konusunda sabah güneşin doğması konusunda ihtilaf olmamalıdır. İhtilaf varsa burada bir ihmal veya bir yanlış anlama vardır.
BUGÜNÜN ŞARTLARINDA RAHAT ANLAŞILACAK TEFSİRLER LAZIM
- Sizce Kur’an-ı Kerim günümüz şartlarına göre yeniden tefsir edilmeli midir?
- Elbette. Zaten zaman kuranı kerimin en güzel müfessiridir. Zaman geçtikçe kuranı kerim daha iyi anlaşılıyor. Anlaşılmayan, kapalı kalan birçok ayetin bugün daha iyi anlaşıldığını görüyoruz. Daha önce deveyle, buğdayla, arpayla, tavukla, civcivle verilen örnekleri bugün değiştirmek lazım.
Araçlar değişti, imkânlar değişti, teknik değişti, insanlar iletişim çağında yaşıyorlar elindeki eserler değişti.Bugünün şartlarında daha rahat anlaşılacak tefsirler elbette her zaman lazım. Genelde iki türlü tefsir var. Bir rivayet tefsiri var bir de dirayet tefsiri var. Rivayet tefsiri daha çok hadislere dayalıdır.
Onlar yine devam etmelidir, bir surenin tefsirinde hadis gelmişse peygamberimizin başından bir olay geçmişse ashabının başından ayetin anlaşılması için onun verilmesi gerekmektedir. Dirayet tefsirleri, rivayetlere ilave olarak akıl ve bilim yardımıyla ayetlerin yorumudur. Dirayet tefsirleri sürekli yenilenmelidir. Çünkü o günün insanının bakışıyla bugünün insanının bakışı arasında dağlar kadar fark var.
Buradan Kur’an-ı Kerime herhangi bir halel gelmez. Bu durumdan tefsir ilmi ya da Müslümanlar herhangi bir zarar görmez. Tam tersine günümüze İslam’ı yeniden anlatabilmenin kolaylığı ortaya çıkar. Dolayısıyla yeni bir tefsir yapılmalı mı sorusu zaid bir sorudur.
- Peki Tefsiri kimler yapmalı?
- Bugünkü tefsirler daha çok ilahiyatçıların, din âlimlerinin yapacağı tefsirden daha ziyade bir heyetin, çeşitli heyetlerin yapacağı tefsir olmalı. Tıpla ilgili bir ayetin bugün daha iyi anlaşılması için, insanın yaratılışıyla ilgili bir ayetin anlatılması için doktorların, biyologların olması, güneşle ayla yıldızla, rüyet meselesiyle ilgili ayetlerin anlaşılması için fizikçiler, astronomlar, onların da olacağı heyetler ve çeşitli komisyonlar tarafından bir araya gelerek yapılmalı. Çünkü Allah’ın ayetleri sadece kuran ayetleri değil dünyadaki her şey onun ayetleri, bu ayetleri okuyabilecek ehil insanlar heyet içerisinde yer almalı, konuyla ilgili bütün uzmanların yer aldığı heyetler oluşturulmalı ve bunlar yıllar geçtikçe de yenilenmeli.
- En son ne zaman tefsir yapıldı?
- Cumhuriyet döneminde en önemli tefsirler içerisinde Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kuran Dili tefsiri ki hala aşılabilmiş değil. Onu aşmak gerçekten zor. Mükemmel bir tefsirdir. Hatta birçok tefsir yaptığını meal yaptığını söyleyenler oradan alıntı yaparak ya da oradan sadeleştirerek eserlerini yazıyorlar. Ama o ayarda ciddi tefsirlerin yapılma ihtiyacı da var.
Artık nerdeyse bir 60-70 sene geçti. Dili değişti, insanlar eski dili anlayamıyorlar ağır geliyor. Aynı eseri sadeleştirdiğiniz zaman iki türlü problem çıkıyor. Birincisi o gün ki şartlar değişti onu buraya aynen yansıtmanın bir anlamı yok. İkincisi de bir tercümede ya sadeleştirme de orijinal metnin anlatmak istediğini aynan nakledemiyorsunuz.
Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı bazı ilahiyat hocalarıyla birlikte Hayreddin Karaman Hocamıza yeni bir tefsir ve meal çalışması yaptırdı. Sanırım bitmek üzeredir.
KREDİ İLE EV ALMAK FAKİRİN MENFAATİNE DEİL,ZARARINADIR
- Sizin fetva noktasında Diyanetle ayrıştığınız konular var. Örneğin astım hastalarının sprey kullanmasına siz onay vermezken diyanet buna fetva çıkartıyor. Niye Diyanetle ayrışıyorsunuz?
- Binlerce konu içerisinde her konuda aynı kanaate sahip olmanız mümkün değil. Fetva kolay bir iş değil. Bunun zorluğunu biliyorum. Aslında biz kendimiz kafamızdan fetva vermiyoruz, daha çok naklediyoruz. Verilmiş fetvaları naklediyoruz veya tercih yapıyoruz.
Bugüne daha layık, birçok insana elzem olan konuda hangisi daha yarasına merhem oluyorsa yine mümkün mertebe hadislerin içerisinden mezheplerin içerisinden tercih yapmak durumunda kalıyoruz. Diğer taraftan fetva verirken elinizde ilkeleriniz olmalı. İlkeleriniz doğru ve siz de onlara sadık kalırsanız görüşleriniz birbiriyle çelişmez.
En önemli örnek faiz konusunda verilebilir. Mesela kredi konusunda diyanet daha önce fetva vermezken son yıllarda evi olmayanların faizli kredi alabileceğini ama araba alamayacağıyla ilgili fetva verdi. Faizin Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde ne kadar yasak olduğunu şüphesiz herkes biliyor. Diyanet evi olmayan fakir fukaranın ev sahibi olması için mecburiyetten dolayı fetva verdiğini söylüyor.
Ben böyle düşünmüyorum. Krediyle ev almanın fakirin menfaatine değil, fakirin zararına olduğunu düşünüyorum. Siz para kazanmak için faizle kredi veriyorsunuz. Bankaların verdiği krediler parayla para kazanma amacını taşır. Parayla para kazanmak amacıyla da fakiri memnun etmezsiniz Toki gibi devlet destekli devlet garantili çok düşük faizlerle vatandaşın yararına olan kredileri bende destekliyorum ve alınabileceğini söylüyorum. Buradaki faiz, adı faiz de olsa masraf sayılmaktadır.
- Faizi düşük olan kredilere onay mı veriyorsunuz?
- Farkı şu; düşük faizden dolayı değil, mesele şu; ben devletsem benim vatandaşımın ev ve araba sahibi olmasını isterim. Vatandaşımı ben nasıl ev ve araba sahibi yaparım, bir bankayı aracı yaparak onlara kredi verebilirim ama benim bu verdiğim kredi onların menfaatinedir. Bu Bu niyet onu faiz olmaktan çıkarır, sizin oradan aldığınız fazlalık masraftır veya başka şeydir. Amacınız onun sırtından para kazanmak değildir.
Devletin desteği ve vatandaşa yardım niyeti vardır, faiz ve faizli kredide bu niyet yoktur. Hatta müşteri ararlar bir borç arayan bulsam da faizle para versem diye. İkincisi “ev alsın ama araba almasın” demek çok tutarlı değildir. Birinin eve ihtiyacı vardır bir başkasının arabaya. Bu tutarsızlık sebebiyle kredinin bankaların verdiği parayla para kazanma amacı taşıyan kredinin fakir fukara vatandaşın hayrına olmadığını düşündüğüm için ben diyanetin aksine, kredi almayın, krediyle ev araba işine girmeyin, diye söylüyorum. Bunun ne kadar isabetli olduğu da kriz döneminde görüldü zaten.
BİR İLKE ORTAYA KOYUYORSANIZ SONUNA KADAR ONA BAĞLI KALMAK ZORUNDASINIZ
- Farklı fetvalar toplumun kafasını karıştırıyor
- Şöyle sorulabilir: 2007 yılında bu fetvayı verdiniz ama 1990 da bu fetvayı vermiyordunuz. o zamandan bugüne faiz konusunda ne değişti? Neden bu zamana kadar o insanları mağdur ettik.Yani bir tutarsızlık var. Bir ilke ortaya koyuyorsanız sonuna kadar ona bağlı kalmak zorundasınız. Bir örnek daha verebiliriz Diyanet iki yıla kadar astım hastalarının spreyleriyle ilgili fetva vermiyordu. Daha önceden bozar diyordu şimdi bozmaz diyor, ilaç mı değişti fetva mı değişti. Fetva değişti. İlaç aynı ilaç.
AĞIR ASTIM HASTALARI ORUÇLARINI TUTMASINLAR
- Belki daha önce verilen fetva yanlıştı şimdi düzeltilmiş olamaz mı?
- Hayır, bence bu dönemde yanlış yapıldı sebebi şu: Ağız yoluyla vücuda alınan herhangi bir şey, ilacı bırakın başka bir cisim bile olsa orucu bozuyor. Siz hava üflemiyorsunuz bir ilacı zerrecikler halinde boğazınızdan ciğerlerinize gönderiyorsunuz. O zaman ben şunu soruyorum benim bugün antibiyotik içmem gerekiyordu, ben onu toz haline getirsem zerrecikler halinde spreyin içine koysam ağzımdan üflesem benim orucumu bozar mı bozmaz mı?
Diyanete bu şekilde sorulsa herhalde bozmaz diyemeyecektir. Astım hastalarının kullandığı ilaçların birçoğu da aynı. Dayanabilen kendini iftar ve sahura göre ayarlasın. Ağır astım hastaları oruçlarını tutmasınlar imkanları varsa fidye versinler. Zaten dinde o kolaylık var. Yani ilaç kullanarak da olsa oruç tut diye bir zorlama yok.
Yine diyanetin katılmadığım bir de zekât meselesi var, hala diyanetteki arkadaşlar 85 gr altından zekât düşer diye fetva veriyorlar. 85 gr altın yaklaşık 4.000 TL yapıyor, 4.000 TL si olan vatandaşı Türkiye şartlarında biz nasıl zengin sayabiliriz. Devlet İstatislik Enstitüsü’nün verilerine göre bu miktar ancak fakir bir aileyi geçindirebilir. Böyle dört kişilik bir aileyi ancak birkaç ay geçindirir.
EVİ YOK,ARABASI YOK,KİRA ÖDÜYOR AMA KOLUNDA 90 GR BİLEZİĞİ VAR.
BU KİŞİ ZENGİN SAYILMAZ,ZEKAT ÖDEMEZ
- Nisap miktarı da yeniden tesbit edilmeli diyorsunuz.Yeni miktar nasıl tespit edilecek?
- Peygamberimiz aleyhisselam ölçüyü vermiş. Resulullahın (a.s.) ölçü aldığı nisap miktarıyla ilgili Kamil Miras’ın, Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Şerhinde makalesi var. Diyanet işleri başkanlığı tarafından basılmış bir kitap. Orada bu nisap miktarlarından her birini mesela, kırk koyunu alın, otuz sığırı alın, 5 deveyi alın, 20 miskal altını alın, 200 dirhem gümüşü alın bunların bir yıl bir aileyi geçindirebilecek bir nisap miktarı olduğunu, onun için Peygamberimizin bunları ölçü aldığını söylüyor.
Siz bugün insanları bir yıl geçindiremeyecek nisap miktarını nasıl kabul edebilirsiniz. Kira veriyor, arabası yok, evi yok ama kolunda 90 gr. bileziği var diye sizi zengin sayacaklar ve sizden zekât alacaklar. Bu da tutarlı değil. Zenginliğin ölçüsü ya bu nisap miktarlarından bir yıl geçindirecek birinden alınmalı ki, 30 sığır yaklaşık 60 bin tl yapıyor. Kendi aralarında da bu nisap miktarları gümüşte altında hayvanlarda vs değişti zaten. O eşitlikte bozuldu.
Resulullah döneminde bunlar birbirine eşitti. Mesela gümüş zekât için hesap olmaktan çıktı artık. Altın da öyle oldu ama biz hala altında diretiyoruz. Ne zaman vazgeçecek diyanet bundan? Bir de şunu görüyoruz: bazı fetvalar da uzatılan mikrofona göre günübirlik cevaplar veriliyor. Muhataba göre cevap elbette bazı yerlerde önemli ama insan kendi ilkesinden vazgeçmemeli.
Örneğin geçtiğimiz yıllarda bir emekli müftümüz bir tabutun önünde çerçeveli resim olduğu için resmi alın, namazı öyle kıldıracağım dedi ki, cenaze akrabasıydı daha sonra bu olayı gazeteler manşete taşıdılar, bu müftüye bu çağda bu olur mu? diye yüklendiler. Diyanetten bazı yetkililer de aynı açıklamayı yaptı bu çağda bu olur mu diye. Bir basın açıklaması istendiğinde ya da bir gazeteden şuradan buradan geldiğinde onlara şirin gözükmek için fetvalar yumuşatılamaz. Aynı şey bizim gösterdiğimiz kefen konusunda da oldu. Biz kefenlemeyi gösterdik.
Din İşleri Yüksek Kurulundan emekli ilahiyatçı bir üye bir iki gazeteyi memnun etmek adına dedi ki, zaten dinde kefen yok ki, bunlar nereden çıktı dedi. Piyango biletini alabilirsiniz diye fetva verenleri de gördük. Bu açıklamalar insanların diyanete ve ilahiyatçıya olan güvenini zedeliyor.
DİYANETE İHTİYACIMIZ VAR,ÖNEMLİ BİR KURUM
- Diyanet fetva noktasında daha ölçülü davranmalı mı diyorsunuz?
- Diyanete ihtiyacımız var bizim. Önemli bir kurum. Gerçekten çok ehil, işini bilen insanlar da var. Fakat müdahale edilmesi gereken yerde çok atıl kaldığını görüyoruz. Diyanette bir atalet var yıllardır, bu gözden kaçmıyor. Gerek ferdi olsun gerek kurum olarak olsun fetvalarda zikzaklar bu güveni zedeliyor. Ayrıca yapılması gerekenler konusunda ve hizmet üretmede daha aktif olmalı diye düşünüyorum.
SİGARANIN TİRYAKİLİĞİ HARAMDIR DENEBİLİR
- Diyanet işleri eski başkan yardımcısı Necmettin Nursaçan ,sigaraya kesinlikle haram dedi hatta sigara satanların da helal bir para kazanmadıklarını söyledi. Siz ne diyorsunuz?
- Hanefi mezhebinin çok güzel bir ayrımı vardır. Haramla mekruh arasında birde tahrimen mekruh ayrımı vardır. Hanefi mezhebinin sünnetle farz arasında bir vacip ayrımı vardır. Bu ikisi de hakikaten Ümmet-i Muhammed’in olaylara bakışını ve pratik amelleri uygulamasını kolaylaştırmıştır. Şimdi bir şeyi haram kılan Allah’tır. Allah’ın haram kıldığı bir şeyi biz helal kılamayız, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram kılamayız. Böyle olunca sigara ve tütün tek başına haram kılınabilecek bir şey değildir.
Buna benzer zaten bir nas yok. Sigaranın haram olduğuna dair, tütünün haram olduğuna dair elimizde ne hadis ne ayet hiçbir şey yok. Olmaz da zaten tütünün tarihi çok eski değil. Şimdi böyle olunca siz mukayese ve kıyas yapmak zorundasınız. Kıyası neyle yapabiliriz: Birinci olarak bunu sekarata sokabiliriz miyiz? Yani sarhoşluk veren yiyecek ve içeceklere sokabiliriz desek, Onlardan değil. Yani sigaranın çoğu sarhoşluk veriyor mu? Vermiyor.
Peki, sağlığa zararlı, ne kadarı sağlığa zararlı ne kadarı zararsız? problem burada şimdi. Yiyecek ve içeceklerden sağlığa zararlı olanlar tütünden ibaret mi? Örneğin Kahveyi günde 10 fincan içen bir adam sağlığını tehlikeye atmış olmuyor mu? Gece gündüz aynı şeyi yiyip başka bir şeyi yemeyen bir adam sağlığını tehlikeye atmış olmuyor mu? Aynı tehlikeler orada da var. Ve çoğu sağlığa zararlı, doğru.
Peki, azı sağlığa zararlı değilse? O halde siz o adamın bir sigara içmesine haram diyemezsiniz. Sigara içmeyen biri olarak rahat söylüyorum. Siz azı haram olmayan bir şeyin çoğu zararlı diye onu haram yapamazsınız. O zaman azı haram olmayan bir şeyin çoğu zararlıysa burada en güzel fetva tahrimen mekruh demektir.
Yani bu esasen haram olmamakla beraber sağlığa zararlıdır, bütçeye zararlıdır,bu iyi bir şey değildir dersiniz, bunu harama yaklaştırabilirsiniz. Şüpheli bir şeydir, harama yakındır. Ama haram diyemezsiniz Belki sigaranın tiryakiliği haramdır denebilir. Ama ömründe 3-5 tane içen adama sen haram işledin diyemezsin.
İNSANLAR HACCA UMREYE GİDİYORSA NİYETLERİNİ SORGULAMADAN ÖNCE
YAPTIKLARININ DOĞRU MU YANLIŞ MI OLDUĞUNA BAKMAK LAZIM
- Son dönemlerde ünlü kişiler ünlü simalar gazeteci olsun, sanatçı olsun umreye hacca gidiyorlar. Bunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Tabi olumlu karşılıyorum. Bunu yadırgamıyorum. Bırakın ne niyetle giderse gitsin, insanlar hacca umreye gidiyorsa niyetlerini sorgulamadan önce biz yaptıkları işe bakarız doğru mu yanlış mı? Doğru elhamdülillah yani hacca gidiyorlar kötü yoldan vazgeçmiş veya yanlış yere gitmiyor da bu tarafa gidiyor. Kim gelirse gelsin ne olursan ol yine de gel demek lazım. Tabi ikinci bir husus toplumun dindarlaşmaya hac ve umreye verdiği önemi de gösteriyor. Öyle bir manevi etki alanı oluşuyor ki bu hava herkesi kuşatmış oluyor.
O insanlar manevi duygularını tatmin için böyle bir yola girme ihtiyacı hissediyorlar. Onun eksikliğini hissediyorlar. Toplumun bunu hissettirmiş olması da büyük bir kazanç son yıllarda dünyada ve Türkiye de dindarlaşmaya giden bir sürecin devamı olarak görüyorum .
ERTUĞRUL ÖZKÖK CİDDİ ŞEKİLDE KÖKLERİNİ ARIYOR
- Ahmet Hakan ile Ertuğrul Özkök ün umre ziyaretlerini konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Ahmet Hakan’ın umreye gitmesinden çok, Ertuğrul Özkök’ü umreye götüren kendisi ise, tebrik etmek lazım. Demek ki, hangi ortamda olursa olsun edilgen değil etken olabiliyor. Ertuğrul Özkök’ün umre ile ilgili iki yazısını okuyabildim, her şeyden önce yazısından anlaşıldığı üzere umredeki davranışları ve fikirleri Müslümanları incitecek düzeydedir. Ancak düşüncelerini çarpıtmadan ve gizlemeden söylemiş olmasını da samimi bulup inanmak istiyorum.
Bu açıdan baktığımızda Ertuğrul Özkök’ün ciddi şekilde köklerini aradığını söylemek mümkün. Zira kendisi dedelerinin çok dindar olduğunu söylüyor. Dolayısıyla bu umre seyahatini olumlu buluyorum. Eleştiri için dahi gidilse oradan manevi haz ve duygularla dönüldüğünü ve etkilenildiğini pek çok olayla biliyoruz. Türkiye’nin dindarlaşma sürecinde geldiği noktayı gözler önüne sermesi bakımından da olumlu katkılar sağlayacağını söyleyebilirim. Allah umrelerin kabul etsin.
- Umreye gidenler döndüklerinde aynı hayatlarını yaşıyorlar bu sizce dinde bir yozlaşmaya neden olur mu?
- Elbette ki giden insan giderken tabi usulüne uygun gitmeli. Bunun getirisi ve götürüsüne bakmak lazım. Artıları ve eksileri açısından baktığımız zaman elbette artılarının daha fazla olacağına inanıyorum. Yani yozlaşmaya götürür gibi tehlikesi olsa da, Türkiye’deki din anlayışında her şey giderek rayına oturuyor. Müslüman Türkiye’de İslam ülkeleri içerisinde geldiğimiz noktada ben çok ümit verici bir din anlayışına geldiğimizi görüyorum. Bunun içerisinde bizim yozlaşmamızda var, dejenere olmamızda söz konusu ama artı ve eksileriyle baktığımızda bunlara rağmen geldiğimiz nokta iyidir.
NE RAMAZAN PROGRAMLARI NE DE DİNİ PROGRAMLAR YETERLİ
- Türk televizyonlarındaki ramazan programlarını nasıl buluyorsunuz, yeterli mi sizce?
- Bence ne ramazan programları ne dini programlar yeterli. Türkiye’de halkın bunca dine yönelişine rağmen gerçekten tertemiz duygularıyla son derece ihlasıyla belki bilgisi kıt ama candan gelen bu yönelişiyle dini bilgi elde etmek isteyişi dini programlara rağbet edişi bizim için çok önemli. Fakat bunun karşılığını verdiğimizi sanmıyorum.
Dini programlar daha eğitici ve insanları belli bir seviyeye çıkartacak nitelikte olmalı.Onun için programı yapan ve yaptıranlar gerek televizyonlar gerek yapan hocalar ve gerekse dini ilimlerle ve dini insanlara aktarmakla kendini vazifeli sayan gerek resmi, gerek gayri resmi sivil kuruluşlar olsun bütün kurumlar, insanlarımız bu konuda daha duyarlı olmalı kafa yormalı daha planlı programlı önünü görebilen bir gayeye hizmet edebilecek şekilde içi dolu programlar olmalı.
Elbette insanların duygulanması, namaza abdeste dine yönelmesi her zaman illa kuran ayetiyle hadisle yada rivayetle olacak değil bazen duygu da lazım bazen hissetmek gözyaşı da lazım ama bütün bunları sağlam zemine oturtarak yaparsanız Allah’ı da razı etmiş olursunuz Peygamberi de razı etmiş olursunuz dinin istemediğini yapmamış olursunuz Cenabı hakkın yardımı gelir o zaman.
Hidayet bizden değil yani şöyle bir yanılgıya düşüyoruz. Biz anlattık da insanlar yola girdi biz anlattık namaza başladılar biz anlattık oruç tuttular hayır biz bir şey değiliz Allah peygamberine bile bu yetkiyi vermemiş sen anlat bak göreceksin onlar değişecek dememiş. senin vazifen anlatmak demiş hidayet bizden demiş bizim vazifemiz anlatmaksa hidayet Allah’tansa biz Allah neyi anlatmamızı istiyorsa peygamber neyi anlatmamızı istiyorsa onu anlatalım geriye çekilelim.
Gerisi Allaha kalmıştır biz hidayet vermeye kalkarsak haşa o zaman işi çıkmaza sürükleriz. Biz mikrofon gibiyiz yani naklederiz. Kafamızdan uydurarak veya zayıf ve uydurma rivayetler anlatamayız.
İNSİYATİFİ PROGRAMCILARA BIRAKAN HOCALARIN EKRANA ÇIKMALARINI DOĞRU BULMUYORUM
- Kadın programlarında din adamlarının çıkıp konuşmasını doğru buluyor musunuz?
- Özetle şunu söyleyeyim ölçü ve ilkeyle çıkacaksa çıksın derim ama bütün inisiyatifi programcılara ya da televizyonculara istediği şekilde onlara bırakan hocaların çıkmasını doğru bulmuyorum.
- Şu anki programlarda bunun ilkeli olduğunu düşünüyor musunuz?
- Çoğunluğun böyle bir ilkesi olduğunu görmüyorum. Maalesef bir ölçüsü ilkesi olmalı sadece çağrılıp orda vitrinde malzeme olarak görünmek hoş değil. Orada söyletilmek istenen maalesef çoğu zaman söyletiliyor veya değişik yorumlanmaya müsait hale getiriliyor.
Nur Ertürk’le yaptığınız program kaç yıl oldu?Bir hanımla birlikte program yaptığınız için eleştirildiniz mi?
Tabi ilk baştan yüzde 90 olumlu yüzde 10 olumsuz tenkitler oldu ama benim ilkem şudur: gittiğim yerde benim sözüm geçiyorsa ben dinleniyorsam benim dediklerim oluyorsa ve orada istemediğim şeyler olmayacaksa faydası zararından fazlaysa ben orda olmalıyım. Zamanla o tenkitler azaldı Çünkü halkımız bu programı çok beğendi. Tenkit edenler bile zamanla takdir ettiler.
NUR ERTÜRK İLE İLGİLİ ENDİŞEM HİÇ OLMADI
- Peki ilk zamanlar Nur Ertürk’le ilgili bir endişeniz oldu mu?
- Hiç olmadı bugüne kadarda ufak tefek insanın belki beğenmediği hususlarda olmuş olabilir. Ama beni rahatsız edecek kadar bir şey olsaydı ben zaten programa devam etmezdim yani bugüne kadar elhamdülillah çok güzel götürdük o bakımdan da Nur Ertürk’ün de hakkını burada teslim etmek lazım. Çok güzel anlaşarak götürdük konuları. Program da herkesin beğeniyle izlediği bir program oldu hamdolsun birçok kadın programlarına örnek oldu.
TASAVVUF BİR TERBİYE SİSTEMİDİR
- Tarikatlara nasıl bakıyorsunuz yani her Müslüman’ın bir tarikata mensup olması gerekir mi?
- Böyle bir gerek yok.Tarikata bağlı olmayanda bir eksiklik var diyemeyiz.Zaten tarikat bunu söyletmez, daha doğrusu tasavvufi anlayışta kendi kusuruyla ilgilenmek vardır. Başkasının kusuru değil kendi kusuruyla ilgilenmek üzere olan bir sistem tutup başkası helak oldu demez ben helak oldum ben helak oluyorum diye kendisiyle uğraşır dolayısıyla tasavvuf bir terbiye sistemidir. Bu terbiye sistemi cilalanmış mobilya gibidir pürüzsüz olursa batmaz incitmez insana hoş bir duygu verir. bu terbiyeyi sünnetten peygamberin yaşantısından veya aileden kültürle de almak mümkün.
Eğer buralardan da almamışsa ;o da tabi sonuçta insandır ve müslümandır ama budakları vardır batar incitir doğru yapayım derken yanlış yapabilir.Kuranda ahlakla, nefis terbiyesi ile ilgili pek çok ayet var hüküm var zaten tasavvuf bunları konu edinmiş böyle bir sistemden geçmenin çok faydası var ama bazı tarikatlar işin içerisine başka şeyler de katmış, bunlarla yetinmemişler.
Başka şeyler sokuşturmuşlar çoğunlukla hepsini kastetmiyorum. İşte oralarda artık keramet ön plana çıkmış efendim kendini öne çıkarma başkasını beğenmeme ya da başka tarikatı beğenmeme veya tarikatın dışındakini mahvoldu helak oldu gibi görme, dünyayı manen birilerinin idare ettiği gibi, gaybı bilme gibi düşünceler bunlar tarikata sonradan giren düşüncelerdir. Böyle bakıldığı zaman tarikata girme gibi bir şart yoktur. İlmi ve irfanı birlikte götüren tarikatlarda çok güzel insanlar yetişmiştir.
- Sizin bir vakfınız var. Birazda İHAM dan bahseder misiniz?
- Tabi bizim derdimiz din alanında da konuşan yazan çizen insanların ehil olmasını sağlamak. ilahiyat fakültelerinde maalesef ders programları yetersiz. Bu boşluğu doldurmak maksadıyla bu fakültelerde okuyan kardeşlerimizden seçme alıp onları dört yıl boyunca özel kendi okuduğumuz gibi klasik usulde dersleri okutarak tefsir hadis fıkıh kelam gibi Arapça ağırlıklı dersleri okutarak onların iki kanatlı olmasına çalışıyoruz bu maksatla kız öğrencilerimiz var gruplarımız var erkek öğrencilerimiz var onlara ilim hizmet araştırma merkezi bünyesinde kurslar veriyoruz.
Öğrencilerimizi burslarla destekliyoruz her türlü ihtiyaçlarıyla ilgileniyoruz yazları Arapça dil problemlerini çözmek için yurt dışına dil kurslarına gönderiyoruz. Bundan sonra belki insan yetiştirmek hemen üç beş senede olmuyor ama önümüzdeki yıllarda ilim hizmet araştırma merkezinde ki kurslardan yetişmiş özellikle hanım hocaların hizmet ettiğini göreceğiz